İstanbul'da çokluk kaybettiklerimiz: sessizlik, doğanın ahenkli sesleri, renkler, ışık ve karanlık.
Evler ve mekanlar çoğunlukla doğadan ve renklerinden kopuk, ışıktan yoksun azgın bir diken tarlası. Pencereleri böyle zamanlarda tamamen örsek, dijital ekranlar yerleştirsek yerlerine ve doğa manzaraları yayınlasak reklamsız, bir çözüm olur mu?
Geceler ise artık karanlık değil, yıldızlar görünmüyor. Gök kubbe bir ışıktan sisin ardında kaldığından çocuklar yıldızları ve gezegenleri tanımıyor. Gece göğe, üzerine küçük ampüller yerleştirilmiş kara çarşaflar mı germeli?
Ses, anlamlı veya anlamsız hiç bitmiyor, sessizlik hiç gelmiyor sanki bu şehre. Yalnızca bana mı öyle geliyor? Gözlerini kapadığında içindeki sessiz boşluğu büyütebilmek pek mümkün olmuyor. Eh, minübüsleri, inadına patlak egzozları, sonsuz kazıları, delmeleri bir ömürlük sürede bitiremeyecekmişiz gibi göründüğüne göre, şehrin çeşitli yerlerine ses geçirmez gürültüden kaçış odaları konsa, fena olmazdı derim hani.
İyi fikirler birden bire oluşmazlar. Birer geçmiş yaşamları vardır onların da, başkalarında ve bizlerde. Aklımıza "geliverdiklerinde" uzun bir yol yürümüş olmanın bilgeliğini taşırlar. İyi fikirlere vesile olmak dileğiyle.
24 Temmuz 2016 Pazar
22 Temmuz 2016 Cuma
Olağanüstü günler
Olağanüstü günler var, bir de olağan günler mi var? Bir bakış açısına göre olağan olan olağanüstünün kendisi. Ne oluyor sorusu beyinleri kemirirken Dünya normal seyrini sürdürüyor. Yaşam da. Her an bir tohum patlıyor, bir bebek yürüyor, bir balık bir diğerine yem oluyor, bir insan ölüyor. Hepsi birey için olağanüstü, peki, hangisi dünya için olağanüstü?
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)