14 Şubat 2022 Pazartesi

Antroposantrizm

İnsanı anlamak için işe belki de insandan değil, çevreden, insanın içine doğduğu dünyadan başlamalı. Merkeze insanı almamalı belki de. Her şeyi insan nazarından gözlemlemek, insan için olduğunu düşünmek veya ancak insanla bağlantılandırarak var kılmak tehlikeli, hem dünya hem de insan için aslında.

Düşünen ve varoluşunun farkında bir varlık olarak insan içine doğduğu beşiği kendisine layık görmüyor. Kendi çaresiz biricikliğini kutsayarak kendini evrenin merkezine yerleştiriyor. Diğer insanlar dahil, tüm canlıları ve varlıkları hep bu ben-merkezcil bakışla değerlendirdiğinden kendisiyle çevresi arasında, en iyi halde bile bir mesafe bırakıyor. Bu uzaklaştırma değersizleştirmeyi de doğuruyor. Ama beri taraftan tek başına kalmaktan da korkuyor birey, hiç olacağını bilerek. Acziyet duygusuyla içgüdüsel olarak çevresinde daima başkaları olsun istiyor. Bir topluluğun üyesi olmak da endişe ve arzularını tümüyle yatıştırmaya yetmiyor. Diğer canlılarla kurduğu üsten bakan ilişki onu dünyaya yabancılaştırdığı gibi acımasızlaştırıyor. Giderek doyum arayan bir kıyım makinesine dönüşüyor insan. Mahlukatın en şereflisi olduğu fikrini icat ederek yarattığı acı ve kan denizini kendi gözünde haklı göstermeye çalışıyor.  Doğadan giderek kopan insan yarattığı tanrıların gölgesine sığınıyor, dünya ve tüm canlılar için felaketin nedeninin kendisi olduğunu unutarak. Kendinden olmayana yabancı insan, farklı kültürleri de bir tehdit olarak algılıyor ve yok etmeye ya da hakimiyeti altına almaya çabalıyor. 

Ah, ne olurdu, bu dünyanın bir parçası olmak yetseydi ona!