İnsan yaşamının çoğunlukla köylerde, toprağa bağlı olarak ve dar sınırlar içinde geçtiği uzun binyıllar süresince dinler doğa olaylarının, tarlalarda ekinlere dadanan hastalıkların, açlık, hastalık ve ölümlerin açıklayıcısı olarak kabul gördü. İçine doğulan toplumdan edinilen din, varoluşun sırlarını insana fısıldadığı gibi toplu yaşamın sürdürülebilmesi için gereken kuralları insanüstü, dolayısıyla sorguya çık olmayan bir seviyeden bireye dayatarak işbölümü, paylaşım, yardımlaşma, sosyal düzenin sağlanmasında, biz ve onlar ayrımıyla kimin dost kimin düşman olduğunun belirlenmesinde önemli rol oynadı. Din herkesi ortak bir anlayışa getirerek unsurların uyumlu bir şekilde bir arada hareket etmesini sağlamakta, böylece toplumsal hayatın işleyişine pürüzsüzlük sağlayan bir tür akışkan yağ gibi rol oynamaktaydı.
Doğduğu andan itibaren aileden başlayarak toplumsal kültürle beslenen insanoğlu adeta dinin içine de fırlatılmış oluyor ve çok küçük yaştan itibaren bu ortamda, göldeki balık gibi sorgulamadan yüzüyordu. Değişmez bir düzeni anlatan din insanın dünyasını şekillendiriyordu ve dünya dini olandan ibaretti.
Sonra her şey önce yavaş sonra giderek hızla değişmeye başladı. Toplumlar büyüdü, insan nüfusu arttı, şehirler kalabalıklaştı. Coğrafi keşiflerle yeni kıtalar, yeni kültürlerden haberdar olundu. Dünyayı ve insanları anlamada bilimsel yöntemlerin uygulanması, teknolojik devrimler, sanayileşme ve üretim-tüketimde hızlı artış, ulaşımın hızlanması ile adeta toplumlar kendi Ergenekon destanlarını yaşamaya, etraflarını saran kültürel, ben-merkezli duvarları delip dış dünyaya açılmaya başladılar. Ama barış hala çok uzakta, korku ve çıkarların beslediği savaşlar ise geçmişte olduğu gibi her yerdeydi.
Günümüzde insan kimdir sorusunun yanıtı toplumların varlıklarını çoğunlukla izole bir şekilde ve zihni duvarlar ardında sürdürdükleri çağlardakinden farklı olmalı. Bunca iletişim kanalının mevcut olduğu, anında dünyanın dört bir bucağından haber alınabildiği, acı, hastalık, yokluk ve ölümlerden haberdar olunduğu, afet ve savaşların yıkımlarının hepimizi tehdit ettiği bir dönemde, "insan, hangi kıtadan olursa olsun insana yabancılık duymayan ve bu nedenle de başkalarının acısını duymazdan gel(e)meyen, insanlık aleminin bir bütün olduğunu ve kendisinin bu geniş ailenin ayrıcalıksız ve herkes gibi değerli bir ferdi olduğunu hisseden, bununla kalmayıp acıların ve mutsuzlukların azaltılmasında sorumluluk alandır," diyebiliriz.
Hâlâ kabileci gelenekleri sürdürerek daha büyük ölçekte uluslara, ırklara, etnik gruplara, ideoloji ve dinlere göre bölünerek ve yarattıkları yabancılarla mücadele ederek yaşamayı sürdürmek isteyen insanların, türlerini de aşan bir bütünün parçası olduklarını görmesi tarihin hiçbir döneminde günümüzde olduğu kadar olası olmamıştı. Uzaydan çekilmiş dünyaya ait güzelim mavi bilye fotoğrafı bu kavrayışın en güçlü ve sağlam başlangıç noktalarından birisi kanımca. Üzerinde yaşadığımız gezegenimizin, çevresini saran karanlık boşluğa inat güzelliğini ve biricikliğini fark edip evren ölçeğinde küçüklüğünü ve kırılganlığını kavramak insanı adeta soluksuz bırakıyor. Karıncaların üstünlük savaşına gülümsemek gibi, o pencereden insan toplumlarının mücadelelerini seyretmek. Aramızdaki asıl ayrımlar yaşamı umursamayan büyüme ve sahip olma arzusu, gelir adaletsizliği, giderek büyüyen sosyal eşitsizlikler, kaynakların sınırsız ve sorumsuz sömürülmesinden kaynaklanıyor. Zorbalık, giderek daralan ve her şeye layık bir "biz" ve giderek genişleyen ve hiçbir şeyi haketmeyen bir "onlar" anlayışını besliyor.
İnsan toplumları tarihin her döneminde sınıfsal yapı içerdi. Büyücüler, krallar ve rahipler, toprak soylular, zenginler, yöneticiler, savaşçılar, kullar veya sıradan vatandaşlar ve yabancılar gibi çeşitli toplum katmanları hep oldu. Bir sınıftan diğerine geçiş kimilerinde imkansızdı kimilerinde ise ancak küçük bir azınlığa nasip oldu. Her dönemde "barbarları" bizden aşağı görmeye zorlayan kabuller, inançlar mevcuttu.
İnternet ve sosyal medya çağında ise sıradanlık ve kötülük hiç olmadığı kadar çıplak olarak karşımızda. Ve toplumlar diğerlerinden pek de farklı olmadıklarını görmekte bu temaşa alanında. Ne biz sandığımız kadar ahlaklı, seçilmiş ve benzersiziz ne de onlar bayağı ve saf kötüler. Dahası üzerinde yaşadığımız dünya artık hasta ve bu durum hepimizin hayatını etkiliyor. Sorunlara birlikte çözüm aramayı artık erteleyemeyiz. Bir kurtarıcı beklemenin sonuç vermeyeceğini artık biliyoruz. Talihin piyango çekilişinin yapıldığını düşündüğümüz torbanın sonsuz seçenekle dolu olmadığını ve çeken elin gökte oturmadığını biliyoruz. Bilmediğimiz, anlamadığımız şeyler hala var elbet ama içimizdeki bilge her şeyi bilmediğimizi de biliyor. Öte yandan her şeyin bilgisine halen sahip bir gücün bizimle bizzat ilgilendiği, kötülük olarak gördüklerimizi bu dünyada olmasa öbür dünyada cezalandırıp adaleti er ya da geç sağlayacağı inancı hala bizi mutlu ediyor.
Tarihin bir döneminde karanlık kötüydü ve cinleri, şeytanları barındırıyordu. Ateşin bulunmasıyla karanlık geriletildi, korkusu azaldı. Belki unutuyoruz ama günümüzde kolayca tedavi edilebilen kimi bulaşıcı hastalıklar kalabalıklar halinde yaşamanın başlaması, hayvanların evcilleştirilmesi, yaşam koşullarının değişmesiyle birlikte salgınlar yapmaya ve kitleler halinde ölümlere yol açmaktaydı, dolayısıyla korkutucu ve sonsuz acı vericiydi. Kutsal kitaplarda yer alan peygamberlerin hayatlarına bakınca, Hz. Eyüp'ün birçok çileli hastalıklar atlattığını, Hz. İsa'nın hasta ve sakatlara şifa verdiğini, Hz. Muhammed'in çocuklarının çoğunu küçük yaşta hastalıklar nedeniyle kaybetmenin acısını yaşadığını görürüz. Acıların hepsi bilinmezliklerden kaynaklanıyordu, hepsi gayptandı ve kadere isyan edilemezdi.
Bir zamanlar büyücüler, rahipler, şifacılar hastalara dokunur, dua eder, kimi ot ve bileşiklerle ağrısını dindirmeye, sağaltmaya çalışırlar, çoğunlukla da başarılı olamazlar, ama yine de toplumda gördükleri saygı azalmazdı, kader denilir geçilirdi. Şimdi ise, örneğin ülkemizde geniş bir halk kesimi, bilimin ve tıbbın ulaştığı seviye ve hastalıklarla mücadelede elde edilen başarılara güvene dayalı ve eski kader anlayışından olabildiğince uzak beklentiler içinde, belki inandıkları dinin akidelerine ters olduğunu fark etmeden, ağır yaralanmış veya hastalığının son evresinde bir yakınlarını hastaneye tedaviye getirdiklerinde hekimlerden yaşatma garantisi istiyorlar, bu gerçekleşmediğinde ise şiddet kullanmaya başlıyorlar. Nereden nereye geldik değil mi? Yaşamın üzerini örten karanlığın perdesinin kalkmaya başladığının bilmeden de olsa kabulünün bir göstergesi değilse nedir bu?
Kutsalın tarifi değişiyor artık. "Dış güçlere" değil, önce iç güçlere dönüp yüzümüzü çeviriyoruz. Bir tür olarak varlığımızı sürdürebilmemizin yaşam kaynağı dünyamızı sevmek, üzerindeki canlı hayatı korumakla başladığını sezmeye başlıyoruz. Ve dışarıda, bize yabancı, acı çeken bir tek insan kaldığında bile mutlu ve huzurlu olamayacağımızı anlıyoruz. Çünkü artık haberdarız, çünkü artık biliyoruz ki sınırlar, ayrımlar sadece zihnimizde var oldular. Bir başına insan olmamız, insan kalmamız mümkün olmadığı için daima bir gruba ait olma gereği duyuyoruz ve o grubu başlangıçta biz seçmedik. Ait olduğumuz toplum bizi ve zihnimizi yapılandırdı. Günümüzde insan aklının bir ürünü olan teknolojinin imkanları "akıl edenleri" daha önce olmadığı kadar birbirine, tek bir millet anlayışına yakınlaştırıyor.
Sınırların gerçek olup olmadığını bir de kuşlara sorun!