5 Aralık 2012 Çarşamba

Hayat detaylardan hoşlanır


Sabah yürüyüş yaparken, yolda aklıma çevremdeki detayların güzelliği geldi. Havanın nemli yosun kokusu, asfaltı bir ressamın fırça darbeleriymişçesine süsleyen yapraklar ve su birikintileri, çamların yol yol gövdeleri ve fırça tüyü iğneli yaprakları, erguvanların heyecanla sararmasını beklediğim kalp biçimli yaprakları, çimler, kahvenin bacasından salınan odun sobası dumanı, sessizlik ve sessizlikte birkaç kuşun çığlığı vs. Amaç yürümek ve sağlık kazanmak da olsa, bu detaylar olmasa yürümenin bir tadı yok, yürümeden aklımda kalan bir şey de olmayacak. Bir tünelde yürümekten farkı kalmayacak.

Hayatlarımız bir tünelde yürümeye benziyor çokluk, hedefe gözlerimizi dikmiş, sağa sola aldırış etmeden koşturuyoruz. Koşuyoruz, çünkü vaktimizin yetersiz olduğunu düşünüyoruz, çünkü etrafımız bizi ilgilendirmiyor ya da etrafımızda bizi ilgilendirecek bir şey yok. Hedeflerimiz neden bu kadar önemli? İmkan olsa bir zaman-mekan makinası icat edeceğiz, yolları ve gereksiz (!) boşlukları ortadan kaldıran. Tavşan gibi zıplayacağız zaman ve mekanda. Uykuda geçen zamanları bile aceleyle atlayacağız.

Gözlerimiz eğer iyi görüyorsa, önümüzü tamamıyla net gördüğümüzü düşünürüz. Oysa, net gördüğümüz alana dikkatli bakınca, sadece odaklandığımız kısmın net göründüğünü, gerisinin gölgeler ormanı gibi sezildiğini, ama gözümüzün veya başımızın her ufak hareketiyle odağımız değiştiği için beynin bu görüntüleri işleyip yekpare bir netlikte bize sunduğunu farkederiz. Basit bir fotoğraf yoktur karşımızda, geniş, bizi sarıp sarmalayan, derinliği olan, tüm duygularımıza hitap eden bir panorama, adeta yamalı bir bohça vardır. Hiçbir şey düz ve biteviye değildir görsel alanımızda. Detayları, parçacıkları birleştirerek genişliği elde ederiz.

Hayat da küçük detaylardan oluşur ve detaylarla zenginleşir. Çevremizdeki insanlar ve sürekli değişen halleri, zamanın aşındırdığı eşyalar, dönüp durmakta olan dünya ve buna bağlı oluşan gündüz-gece, mevsimler ve iklim değişiklikleri, önce tomurcuklanan, sonra yapraklanan, sonbaharda sararan yapraklarını döken, kışı birkaç yaprak, birkaçı kırılan ve rüzgarda sallanan dallarla geçiren ağaçlar, sonra çiçekler, sonra hayvanlar... Çiftleşen, yumurtlayan veya doğuran, şefkatle yavrularını besleyen-büyüten, yuvadan uçuran, yaşlanan çeşit çeşit, boy boy, huy huy hayvanlar.

Sonra bir de yarattığımız dünyalar var bunun karşısında; upuzun ve pürüzsüz simsiyah yollar, dümdüz yükselen duvarlar, düz çıkıntılar, bir sıra dikilmiş ve bütün çıkıntıları kesilmiş ağaçlar, bir örnek giyinmiş ve etrafıyla ilgilenmeden, hızlı hızlı yürüyen insanlar, ve tabii bütün açık alanları işgal etmesine izin verdiğimiz gösterişimiz, kimlik kartımız, konforumuz bir örnek arabalarımız.

Görülecek bir şey bırakmadığımız için sokaklar bizi artık ilgilendirmiyor; kaçmak, geçip gitmek istiyoruz. Yolculuğa tahammülümüz yok, mekandan mekana hızlı geçiş arzuluyoruz. Bunun için arabalara giderek daha da mahkum oluyoruz, bu mahkümiyet arttıkça şehirlerimiz daha düz ve detaysız, daha az insani oluyor. Bir kısır döngü.

Yavaşlamaya, görme alanımızı genişletmeye, detayları görmeye, üzerinde düşünmeye, konuşmaya ihtiyacımız var. Zaman geçmeye devam ediyor. Herkes kendi hayatının tablosunu yapıyor, ömrü boyunca. Vakit dolup, “gel bak, eserine,” dendiğinde detaylardan yoksun, basit birkaç renkten ve silik düz çizgilerden oluşan bir resim midir, görmek istediğimiz?

2 Kasım 2012 Cuma

Muhteşem Bir Hayat

İnsan hayatı muhteşem olabilir mi? Buna başka bir soruyla yanıt vermek gerek: Kendi hayatına bakınca muhteşem olduğunu düşünen hiç var mı? Başkalarının tüm hayatı veya hayatımızın bir bölümü bize öyle görünebilir, ama hayat gerçekte uzun ince bir yoldur ve en inandığımız, gücüne hayran olduğumuz insanın dahi sıkıntılı, üzüntülü ve korkulu zamanları olmuştur, ve gelecek daha fazlasına da gebedir: yalnızlık ve ölüm korkusu ruhun mağaralarının karanlığında filizlenen mantarlar gibidir. Şimdilik zararsız, ama bir gün istemeden ağzımıza alacağımızı bildiğimiz  zehirler...

Muhteşeme yakın hayatlar olabilir, soylu ruhların sürdürdüğü, ama eninde sonunda insan ve hayatı sadece bir parantezdir. Aç parantez. Yaşam. Kapa parantez. Muhteşem parentezin dışında kalır.

11 Ağustos 2012 Cumartesi

Bir Yahudi olmak ya da olmamak

 Bir Yahudi olmak ya da olmamak 

Roni Marguiles'in Yahudi milli karakteri, küfür, şirk ve nifak başlıklı 11.8.2012 tarihli Taraf gazesindeki yazısında ele aldığı, Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dinler Tarihi AD öğretim üyesi Yrd.Doç.Dr. Süleyman Sayar'ın*  Yahudi Karakteri (Tarihi ve Sosyo-Psikolojik Bir Yaklaşım) başlıklı yazısını okuyorum. Ve utanıyorum...

Makalenin giriş bölümünde, günümüzde dünya gündeminin belki ilk maddesini Yahudi sorununun teşkil ettiği ifade edilerek, konunun ne yönde işleneceğine dair ipucu verilmekte. "Genetik açıdan millet fertlerinin fiziksel özellikleri yanında kazanılmış ruhsal özelliklerinin de nesilden nesile intikal ettiği ispat edilmiştir. Öyleyse, Yahudiler gibi kapalı bir toplumun tarihî/millî karakterinden söz etmek prensip olarak yanlış olmayacaktır." diyerek Yahudileri ırki olarak ayırmaya başlıyor yazar. Toplulukları zihniyetlerine göre ayırıyor ve toplumların zihniyetçe birbirine benzer kişilerden kurulu olduklarını ve zihniyetin dışarıdan yıkılmadığı gibi içerden de çok güç sarsıldığını söyleyerek bir tür kaderciliğin yolunu döşüyor.

Makalede Tevrat'tan alıntılar yapılarak, ama buna anti-Yahudi yorum katılarak, Yahudilerin bozgunculuğunun eski Mısır'a kadar uzandığı, ve Firavun II. Ramses döneminde, daha önceki Hiksoslar döneminde ülkenin bütün nimetlerinden yararlanan Yahudilerin boş durmadıkları ve bozguncu bir zihniyetle Mısırlılara karşı imha planları ve ihtilaller düzenledikleri söyleniyor. Açıklaması da basit: Hiksosların kendilerine sağladığı politik imtiyazlara alışmış olmaları. Nüfusları hızla artan Yahudilerin artık Mısır yönetiminin korkunç baskısına maruz kalma dönemi başlamış oluyor.

Tarih boyunca Yahudilerin maruz kaldığı baskıları bir tespit ile açıklıyor yazarımız, bilimsel bir makalede, bilimsellikten alabildiğince uzak bir şekilde: "Yahudilerin yabancı hakimiyeti altında alabildiğine ezilmiş, horlanmış ve aşağılanmış olmaları büyük ölçüde kendi isyankâr, uyumsuz, bozguncu ve entrikacı karakterlerine de bağlı kalmıştır. Gerek Mısır, gerek Babil, Yunan, Roma ve hatta İslâm hâkimiyeti dönemlerinde hep düşmanla işbirliği yaparak yaşadıkları ülkeyi çökertmeye çalışmışlar, ama her seferinde başarısızlığa uğramışlardır." Yani, Yahudiler başlarına gelenleri hep haketmişler. Ezenler, horlayanlar, olsa olsa bir kışkırtmaya maruz kalmış olabilirler! (Öte yandan, hep düşmanla işbirliği yaptıklarının, yaşadıkları ülkeyi çökermeye çalıştıklarının kanıtları nerede?).

Hakkını yemeyelim, ortaçağdaki gettoların Yahudi toplumu için birer hapishane olabileceğini dile getirmiyor değil, ama farklı bir biçimde değerlendirmenin de mümkün olduğunu, buraların birer hapishane olmaktan çok, birer kale olduğunu eklemekten kendini alamıyor yazarımız. Dışarıdakileri içeri almamak için kurulmuş olduklarına bizi ikna etmeye çalışırcasına.

Yahudilerin en büyük suçunun, siyasi güç ve bağımsızlık elde edememeleri, sürekli baskı yaşamaları sonucunda (bu, onlara baskı yapanların suçu olmalı, ama böyle bir değerlendirme yok), fikri ve iktisadi alanlara yönelerek zengin olmalarıymış. Ha, bir de zengin olmak için binbir entrika ve hile yapmayı da ihmal etmemişler, siyasi güç dengelerini bozmaya çalışmışlar. Bu da onların daha çok hor görülmelerine neden olmuş, hor görüldükleri için de nefret, ihtiras ve üstün ırk idealiyle dolarak ayakta kalmayı başarmışlar. "Böyle olsaydı bile, ne yapsalardı yani?, demekten kendini alamıyor insan. Bir topluluğa duyulan nefreti ve ayrımcılığı böylesine haklı çıkarmaya çalışmak ise müslüman bir ilahiyatçının işi midir?

Yazar Kuran'a göre Yahudilerin genel olarak kafir, yani inkarcı karakter tipinin örnekleri arasında yer aldığı yorumunu yapıyor ve Kuran'ı Kerim'i adeta Yahudilere karşı çıkışın kitabı haline getirmek için  Yahudi karakterinin belirleyici  kavramlarını sayıyor, bunların Yahudi milli karakteri sayılması gerektiğini söylüyor: 1-İnkâr (“küfr”), ...., 19-Gazap ve lânet (“ğadab” ve “lâ‘net”).Tarihte belli bir zamanda, belli bir yerde, belli kişiler arasında olan veya olduğu söylenen olayları günümüzdeki Yahudilerin hepsinin belirleyici özelliği olarak, adeta genetik yapıdan kaynaklandırarak genelleştiriyor, ezeli ve ebedi bir hale getiriyor, "Yahudiden adam çıkmaz" demeye getiriyor.

Aşağıdaki alıntıları okuduktan sonra ise insanın eline bir sopa alıp Yahudi cezalandırmaya koşası geliyor. Böylesi duygusal tonda, akıldan uzak öğelerle yüklü bir bilimsel yazı olabilir mi? Ve biz bunları, unutmayalım, hedefi ilahi doğruyu ve güzelliği aramak olması gereken bir dergide buluyoruz: (Yahudinin) "Cinayet, vazgeçilmez karakteridir; peygamberlerini bile öldürmüştür. Hak’tan yüz çevirdiği için dönektir, ikiyüzlüdür. Anlaşmalarına sadık değildir, hâindir. Kin ve düşmanlık peşindedir. Bozguncu, isyankâr ve zâlimdir. Aşağılık duygusu ve korku
ruhuna işlemiştir. Kıskançtır. Katı yüreklidir. Cahildir; doğru ile yanlışı birbirinden ayırma yeteneğini yitirmiştir. Doğruyu gizleme ve sözü değiştirme huyu vardır. Bütün bu olumsuz karakter özelliklerinden ötürü, özellikle de inkârcı tabiatı gereği Allah, peygamberler ve diğer insanların gazabına, lânetine uğramıştır."

Kanaatimce, bu metin ırkçı bir metindir. Yahudi bir toplumda doğmayı, otomatikman, o toplumun karakter özellikleri olduğuna inanılan değerlerin taşıyıcısı olma anlamına getiriyor; özgür iradeye, tarihi koşulların özgüllüğüne, tarihi hakikat diye dile getirilenlerin çoğunlukla güçlülerin yorumu olduğu gerçeğine gözlerini kapatıyor. Bu yönleriyle, insanın gerçeği arayış yolu olan İslama da uzak olduğunu söyleyebiliriz.

Kaynak: * Sayar S. Yahudi Karakteri (Tarihi ve Sosyo-Psikolojik Bir Yaklaşım). Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi Sayı 9, Cilt 9, 2000.









31 Temmuz 2012 Salı

Ötürü sevmek

Yaratılanı yaratandan ötürü sevmek insanlığın tümünü ve insan olmanın tüm hallerini kucaklamayı sağlamayabiliyor. Çünkü bu fikre göre, sevmek için illa ki bir yaratıcıya inanmak gerekiyor. Oysa bir yaratıcıya inanmayı insan, çabucak, imana sahip olmaya, bir dinden olmaya ve giderek kendi dinini diğer dinlerden üstün görmeye, o zaman da zihninde "inanan" ve "inanmayan"lar arasında ayrım yapmaya doğru yuvarlıyor. Zararsız görünen bir kartopu ezici bir çığa dönüşebiliyor, böylece.

Yaratandan ötürü sevmeden de önce, temelde kendimiz dahil herkesi, bütün sıfatlardan arındırıp adeta kum zerreciklerinin veya ağaç yapraklarının veya buğday başaklarının eşitliğinde görmeyi ve yalnızca var olduğumuzdan dolayı saygı duyabilmeyi öğrenmeliyiz. Adalet duygumuzun temelinde bu eşitlik yer almalı. Sonra, isteyen sevme adımını atabilir...

21 Mayıs 2012 Pazartesi

Şarkılarda hasret neden hiç dinmiyor?


Kimilerimiz arabesk müziği fazla acı yüklü olduğu için beğenmediğini ifade ederken, müziğimizin her türünde hakim tonun nostalji, kaybediş, kavuşamama, severken ayrılma, terk eden ama her daim sevilene öfke ve lanet, sevgisinin ne kadar benzersiz olduğunu ve değerinin bilinmediğini vurgulama olduğunu düşünüyorum. Biz, kadın ve erkeği birbirlerinden ayırıp uzaklaştırdıkça, aşkı ve sevgiyi ancak izinle yaşanır hale getirip, bir kere yaşamayı düşündüğün kişiyle de ömür boyu sürdürme zorunluğu koydukça kendimize yabancılaşıyor ve doğanın enerjisinin önüne set çekip barajlar kurdukça, yaşamı hepimiz için soluk, tatsız ve çekilmez hale getiriyoruz. Acıya alışanlar için yaralarını yalamanın verdiği tuhaf zevk sevmenin, öpüşüp koklaşmanın, sevgiliyle ve hayatla dans etmenin zevkinin önüne geçiyor. Doğamızın bu ilk isteklerinin ayıp, utanç, yasak, günah kırbaçlarıyla sürekli cezalandırılması, olgunlaşmamızı engelliyor, yaşamın diğer sorunlarına; toplumsal eşitsizliklere,  ekonomik sıkıntılara, eğitimsizlik ve mesleksizliğin yaygınlaşmasına, bireylerin toplumun sorunlarına sahip çıkmak için bir araya gelememesine elimizi uzatmamızı, çözüm aramaya başlamamızı engelliyor. Gözlerimiz dışarıya acılar perdesinin arkasından baktığından, biraz çocuksu ve siyah-beyaz dışındaki tonlara karşı kör kalıyoruz.


24 Şubat 2012 Cuma

Hayır sadece hayırdır

Hayır sadece hayırdır

Ahmet Altan’ın güzel bir yazısı vardı, geçen gün (23.2.2012, Taraf, Biz ve Sevilmek), kendini görmek için kendi içine eğilmek, yansıttığı görüntüsünü onaylatmak için başkalarına ihtiyacı olmak üzerine. Altan, kendisini reddeden kişiyi öldüren birisinin, başka cezalar bir yana, ömür boyu neden reddedildiğinin cevabını öğrenemeyeceği ve havada asılı kalan bu sorunun onu daima rahatsız edeceği için azap çekeceğini söylüyor.

Böylesi,  sevdiği kişiyi kendisini reddetti diye öldürenlerin bir sorununun, tüm toplumumuzun ortak sorunu olan “hayır” kelimesinin anlamını bilmemek olduğunu düşünüyorum. Hayır bir karşı çıkıştır, farklı düşündüğünün, farklı davranma isteğinin dışa vurumudur. Bu haliyle, otorite konumunda değilseniz, cesaret ister. Oysa, hayır demek bize öğretilmez, bu “cesaret” küçükten bize aşılanmaz. Kısa, net hayırlara kapalı bir toplum bizimkisi. Büyüklerimize, amirlerimize, giderek sevdiklerimize, arkadaşlarımıza boyun eğmemiz, söylediklerini emir telakki etmemiz, gönüllerini hoş tutmamız çocukluktan itibaren istenir de, bir hayır deme özgürlüğü çok görülür. Hayır diyemeyen, alttan alan, korkak, söylediklerinin ve yaptıklarının sorumluluğunu üstlenmek istemeyen, nabza göre şerbet veren  insanlara sık rastlarız bu yüzden çevremizde, ne yazık ki. Hayır diyemeyiz, ama ruh her şeye evet de diyemez, içinden isyan eder; bir volkanın derinliklerinde yükselen lavlar gibidir duygularımız, dışa vuramaz, hayır’ın o rahatlatıcı boşluğundan dışarıya çıkamaz; içimizde kalır ve bizi çürütür. Hayır’ın bedeli ağırdır bu diyarda. Hayır bir tabudur, ağza alınamayan. Açıkça reddedemeyince, sorun hiç yokmuş gibi davranıp unutturmaya, oyalama taktikleri ve ayak oyunlarıyla etrafından dolaşıp aşmaya çalışırız.

İnsanların düşünme ve seçme özgürlüğünün olduğu çoğu zaman öğretilmiyor bize. Özgürlüğün o temiz havası solutulmuyor. Hep elimizden tutan birileri oluyor, hayat boyu. Hep birilerine bir diyet borcumuz kalıyor. Hayır’ı, bu nedenlerle, sade bir tavrın, bir ifadenin ötesinde, tüm benliğimizin reddi olarak algılamaya meyilli oluyoruz. Söylediğimiz, yaptığımız herhangi bir şeye hayır dendiğinde, benliğimize işlemiş yitirme korkusunun verdiği kaygıyla donup kalıveriyoruz; ruhumuzun elleri ayakları birbirine dolaşıyor, yere kapaklanıyor.

Ben ve biz, ben ve diğerleri arasında net sınırlar çekilemediği, ya da olan sınırlarda sürekli oynamalar olduğu  için, sınırlarımızın nerede başlayıp nerede bittiğini bilmiyoruz. Otoriteyle aramızda hep muğlak, gri bir bölge var. Sınır dediğimiz, mayınlı, geniş bir arazi. Otorite figürü sadece anne-babamız, sonra öğretmenlerimiz, amirlerimiz, yöneticilerimiz de değil üstelik: sevdiklemiz de buna dahil. Özellikle de sevdiklerimiz, ya da sevdiğimizi düşündüklerimiz.  Sağlıklı bir benlik algımız olmadığı, sürekli olarak ilişkilerimizin o andaki niteliği ve niceliği üzerinden kendimizi tanımladığımız için, her an tetikte, başkasının evet ve hayırlarına “ölümüne” duyarlıyız. Otorite figürümüz bizi onayladığında sanki büyüyüveriyoruz; sınır birden onun tarafına doğru çekiliyor, biz de sanal bir genişleme ve büyüklük duygusu yaşıyoruz. Bize hayır dendiğinde ise egomuz yara alıyor ve yaşam alanımız birden daralıyor. Öyle ki sanki nefes alamıyoruz, mengeneden parmaklar boğamızı sıkıyor. Hayır birden ölüm fermanına dönüşüyor, özellikle de sevgiliden, sevdiğimizi düşündüğümüzden geliyorsa. İlişkiyi ben ve sen temelinde kurmuyoruz çünkü, sevgilide yok olmayı, bir olmayı en büyük hedef, ideal biliyoruz. Gerçekten sevmek, kendi benliğini ortadan kaldırmak, bizim anlayışımızda. Sevgili için yaptığımızı düşündüğümüz bunca fedakarlıktan sonra sevilmediğimizi öğrenmek ise darbelerin en korkuncu oluyor. Son bir hamleyle, ölmemek için öldürmek üzere harekete geçiyoruz. Öldürürken ancak varlığımızı sürdürebiliyoruz.

Reddedilen bir erkek ise, toplumun taktırdığı o yalandan çizilmez, sert erkek maskesine halel gelmesindense kırıp dökmek daha da kolaylaşıyor. Beni sevmeyen ölsün... Başkalarına yar etmem... Namusuma halel getirmem... Diyoruz. İçimizde, derinlerde saklı çocuk ise bunlara hayır demek istiyor, korkudan titrerken.

Hayır diyemediğimiz sürece yaşama da evet diyemeyeceğiz; bu yüzden de kabalık, küfür, nefret, aşağılama ve tabii ölmek ve öldürmek dışardaki ve içimizdeki tüm duvar yazılarında karşımıza çıkmaya devam edecek. (24.2.2012)