13 Aralık 2024 Cuma

Küreselleşme, Yapay Zeka ve Uygarlık 3.0

 İnsanlar tarih boyunca aileler, klanlar, kabileler şeklinde, birbiriyle komşu topluluklar halinde yaşadılar. Devletler ve imparatorlukların kurulması çok daha yakın zamandadır. Genelde çatışmalar yerel gruplar arasında veya sınırdaş ülkeler arasında meydana geliyordu ve bu çatışmaların, geçen yüzyıla kadar tüm dünyaya yayılarak, hem insan soyunu hem de tüm canlı yaşamı tehdit etme olasılığı yoktu.

Günümüzde nüfus artışının, sanayileşmenin, teknolojik gelişmenin ve bunların bir sonucu olan küreselleşmenin bir sonucu olarak dünyada insanın ayak basmadığı, iz bırakmadığı, yerleşmediği neredeyse bir yer kalmadı. Üstelik gelişmenin, ekonomik büyüme ve refahın artırılabilmesinin tek yolunun daha çok kaynak kullanılarak daha çok üretim ve tüketim yapmak olduğu anlayışı bugünkü ekonomik sistemin vazgeçilmez kabulü. Dolayısıyla devletler, çok uluslu şirketler ve kapitalist ekonomik düzenin büyük oyuncuları arasında çatışmaların tansiyonu da, kimi zaman başka maskeler altında, giderek artıyor. 

Öte yandan insanın kullandığı aleti geliştirerek tabiata daha verimli müdahale etmesini sağlayan bilgi uygulamaları anlamına gelen teknoloji, günümüzde yaşamın temel bilgisinin ve doğal olayların işleyişinin sayısallaştırılabilmesi, iklim ve toplum davranışları dahil, modellenebileceğinin anlaşılması ile başka bir düzeye çıkmıştır. İşte Yapay Zeka, verileri temel alarak, insan aklına benzer şekilde bilgiyi oluşturabilen ve çıkarımda bulunabilen, işleme ve değerlendirme kapasitesi teorik olarak sınırsız bir yenilik (!) olarak bilimsel ve teknolojik gelişmenin nihai bir ürünü olarak, hala inanmakta güçlük çeksek de, karşımızdadır. Ancak bu teknoloji kimi tekellerin elindedir ve bu tekeller dünya üzerinde geçmişte üretilmiş ve halen üretilmekte olan bilginin de tekeline sahiptirler. Üstelik bu teknoloji, özellikle sosyal medya gibi ortamların ardındaki algoritmalar vasıtasıyla zihinlere hükmetmeye başlamış, bizi siyasi ve ticari olarak belirli tercihlere yönlendirmeye ve davranış kalıplarını benimsetmeye başlamıştır. Tercihleri sürekli takip altındaki insanın davranışının makineler için öngörülebilir hale gelmesi yönüyle, bu teknolojinin, geleceğin bilgisine de sahip olunduğu söylenebilir.

Dijital teknolojiler, bulut tabanlı veri merkezleri, makina öğrenmesi ve yapay zeka ile sayısız sensörden, akıllı araçlardan, cep telefonlarından akan veri nehirleri adeta süzgeçten geçirilip işlenmekte ve daha önce akla gelmeyen  ilişkiler kurulabilmektedir. Bu yolla yeni ilaç moleküllerinin keşfi, proteinlerin alabileceği üçboyutlu formların ortaya konması gibi daha önce çok zaman alacağı düşünülen önemli buluşlar da yapılabilmektedir.  

Yapay Zeka teknolojisi iyi amaçlar için de kötü amaçlar için de kullanılabilir. Ancak, az sayıda devlet veya şirketin kontrolüne bırakılmaması gerektiği açık olan bozucu (disruptive) bir teknolojidir. Yapay Zeka kontrol edilmezse, dünyadaki eşitsizlikleri şimdiye kadar benzeri görülmemiş bir şekilde artırabilir, kötülüğün, sinsiliğin can yakıcılığını artırabilir. Bir örnek; savaş alanlarında kullanılmaya başlayan otonom dron sürüleri. Bunlar yapımı görece kolay, düşük maliyetli katil silahlar. Bu özellikleriyle, öldürücü teknolojilerin yaygınlaşmasına ve "ev yapımı!" özelliği kazanmasına neden olabilir.   

Mahalli sorunların bile, pandemi örneğinde olduğu gibi küresel boyut kazanabildiği veya iklim değişikliği, hava kirliliği gibi sınır tanımayan ve de en çok da, en az sorumlu olan yoksulları etkilediği bir zamanda yaşıyoruz. Dünyanın evrenin merkezi olmadığını, hatta güneş sisteminin gezegenlerinden sadece biri olduğunu, güneş sistemimizin yer aldığı Samanyolu galaksisinde 200 milyara yakın güneş benzeri yıldız olduğunu, evrendeki galaksi sayısının ise trilyonlara yaklaştığını artık biliyoruz. İnsan merkezli ve "bize bir şey olmaz, nasıl olsa Tanrı/düzenin mimarı değişikliklere, kötülere izin vermez" anlayışının geçersiz olduğunu, kendi kaderimizin ipini kendi elimizde tuttuğumuzu, acı bir yalnızlık ve adeta terkedilmişlik hissederek, ancak aklımızla biliyoruz. Küresel boyutta bir yok oluşa yol açabilecek, uygarlığımızın temellerini harap edebilecek ekolojik değişiklikler,  afetler, çevre kirliliğine bağlı biyoçeşitliliğin yok olması, nükleer savaş ya da kontrolden çıkan küresel bir konvansiyonel savaş tehlikesi her zamankinden daha büyük gibi görünüyor. Öte yandan, hepimiz birbirimizle büyük bir ailenin fertleri olduğumuzu sanki daha iyi biliyoruz, daha fazla hissediyoruz. Her birimiz, evimizde ya da iş yerimizde tüm insanlıkla iletişim içindeyiz ve tüm dünyanın haberleri üstümüze akıyor: dünyanın öbür ucundaki insanların başına gelen bir felaketi, hangi ülkeden, hangi ırktan, dinden olurlarsa olsunlar sanki mahallemizden birisinin başına gelmiş gibi hissedebiliyor, etkileniyoruz. Sadece insanlara üzülmüyoruz, tüm canlıların acıları ve dünyanın güzelliklerinin yok olması bizi dertlendirebiliyor. Bilen insan gözünü  kapatamıyor.  Ama bilmek için bakmak, zaman ayırmak, dinlemek, dikkatini verebilmek, empati yapmak gerekiyor. Ancak bu çok yorucu. Yine, üstümüze akan bu bilgi selinin kimi odakların sesini daha fazla yansıttığını öteden beri biliyorduk. Artık yapay zeka ile tamamen suni içeriklerle korkutulup istenen şekilde yönlendirilebileceğimiz endişesini yaşıyoruz. 

Artık eski bağlarımızın, değerlerimizin üstüne yenilerini ekleyip başka tür bir birlik, kardeşlik hissini yaygınlaştırma zamanı. Küresel tehlikeler bir insanlık kardeşliği kurmayı gerektiriyor. Birlik olmanın, dayanışmanın yolunu bulmalıyız. Daha eşitlikçi, paylaşımcı olmanın bir yolunu bulmalıyız. Sadece kendimizin ve ailemizin, belki mahallemizin değil, ülkemizin, tüm ülkelerin ve Dünya'nın iyiliğini isteyen dünya vatandaşlarına dönüşmeliyiz. Yapay Zeka bir tehdit olabilir, ama bizi birbirimize yakınlaştıran ve önümüzdeki sorunları aşmamızda kullanabileceğimiz en büyük yardımcı da olabilir. 

Eski inançlar, eski töreler, eski düşünceler, eski kabuller, ben-sen, biz-siz ayrımları geride bırakılmalı. Evrimsel atamızdan devraldığımız ve bugüne kadar sağ kalmamıza yardımcı olan bencillik artık sürdürülebilir değil. İnsanlık uygarlıkda bir basamak daha atlayarak, uygarlık 3.0'a ulaşmak zorunda.  Henüz çok geç değil, düzelebiliriz, dünyanın sağlığını önceleyen bir ekonomik düzeni, tüm canlıları ve ekosistemleri kucaklayan bir yaşam tarzını benimseyebiliriz. Yani geçmişten ders alıp evimiz olan ve her şeyimizi sağladığımız, her şeyi borçlu olduğumuz dünyanın değerini anlarsak, daha iyi yaşamanın kaynakları sınırsızmış gibi sömürmek ve tüketmek ile, zengin olmanın daha çok üretme ve satma ile eşanlamlı olduğu anlayışını terk edebilirsek, kısaca sürdürülebilir bir yaşam sürebilirsek, sonunun er ya da geç felaket olacağı açık olan bu kısır döngüden çıkmamız, ama kimseyi geride bırakmadan yani hep birlikte çıkmamız, mümkün olacaktır.  Aksi halde, koşullar giderek ağırlaşacak, yaşam herkes için zorlu olacaktır. 

Tehlike bu kadar büyük ve yapılması gerekenler açıksa, o halde, bir an önce aklımızı başımıza toplayıp bugünkü politik ve ekonomik sistemi iyileştirmek için harekete geçmek, yöneticilere yönü işaret etmek, baskı yapmak gerekiyor. 

Üstelik "ben mi, sıra bende mi", diye sormaya gerek de yok. Sıran çoktan geldi...

4 Aralık 2024 Çarşamba

Başkasıyla Yaşamak ve Yapay Zeka / Living with someone else and Artificial Intelligence

Bir başkasıyla birlikte yaşamak zordur. Mutlu ve uzun süreli bir birlikte yaşam hayal eden kişi, partnerini/diğerini değerlendirdiği gibi kendisini de "objektif" olarak değerlendirebilmelidir. Bunun bir yolu, karşısına kendisini koyup, kendisi gibi biriyle yaşamayı isteyip istemeyeceğini sorgulamaktır. Ancak insanlar genellikle kendileriyle ilgili rahatsız edici özelliklerin üzerinde durmazlar veya bunların yeterince farkına varamazlar. Psikolojik bir perde kendi gerçeklikleriyle yüzleşmelerini engeller. Bir tür savunma mekanizması. 

Kişinin gönlündeki/aklındaki kendisiyle içindeki/bilinçaltındaki kendisi farklı farklıdır. Kendisini "olduğu" gibi değerlendirebilmek belki de mümkün değildir (çünkü oluş bir akıştır ve olunan bir nokta yoktur, belki bir eşikten bahsetmek mümkün olur) ama olgunlaşan insan bu bilgeliğe yaklaşır. Burada kastedilen başkalarının/toplumun değerlendirmeleri değil sadece. Zayıflıkları kadar kuvvetli yönleri de olan ama ilahi olmayan insan türünün bir ferdi olduğunun bilinci ve bunun doğurduğu kardeşlik duygusuyla algılarını genişletip ailesinin/toplumunun değerlerinin ötesine çıkıp  kendisini ve başkalarını şefkatle kucaklayan bireyleşmiş insanın aydınlıkta yaptığı hoşgörülü değerlendirme. 

Bütün bu değerlendirmeler sonrasında kendi kendisiyle birlikte yaşayabileceğine kanaat getiren kişi ancak bir başkasını bir tehdit olarak algılamaz, yararlanılacak bir nesne gibi, yaralarına ilaç gibi görmez; sadece tahammül etmekle kalmaz, ama gerçekten sevebilir ve başkasının sevgisini kabul edebilir. Hem kendi mutlu olabilir hem başkasını mutlu edebilir, huzurlu bir hayat sürmek için gerekli koşulların kendine düşenini gerçekleştirebilir. 

Yapay Zeka döneminde belki böylesi bir kendi psikolojik avatarımızla ön sohbeti gerçekleştirmek ve kendimizle samimi bir şekilde yüzleşerek puan vermek mümkün olabilir, ne dersiniz? 

Benim korkum, kendisini vazgeçilmez gören bazılarının bu sanal ilişkiyi gerçek sanıp sürdürmeye çalışma ihtimalleri. 


Living with someone else and Artificial Intelligence

Living with someone else is difficult. A person who dreams of a happy and long-term life together should be able to evaluate oneself "objectively" as he evaluates his partner/others. One way to do this is to put oneself in front of himself and question whether he would want to live with someone like him. However, people generally do not dwell on the disturbing characteristics about themselves or are not sufficiently aware of them. A psychological curtain prevents them from facing their own reality. A kind of defense mechanism.


The self in a person's heart/mind and the self inside/subconscious are different. It may not be possible to evaluate oneself "as it is" (because becoming is a flow and there is no point where one stands, perhaps it is possible to talk about a threshold), but a mature person approaches this wisdom. What is meant here is not only the evaluations of others/the society. It is the tolerant assessment made  by the individualized person who is well aware that he is a member of the human species which has both strengths and weaknesses but not a divine creature and the sense of brotherhood that this creates, who expands his perceptions, goes beyond the values ​​of his family/society and embraces himself and others with compassion.


After all these assessments, a person who is convinced that he can live with himself, who does not perceive another person as a threat, who does not see them as an object for his ends or as a remedy for his wounds, who does not only tolerate them can truly love and accept love of somebody. He can both be happy himself and make others happy, and can fulfill his part of the necessary conditions to live a peaceful life.


In the age of Artificial Intelligence, it may be possible to have such a preliminary conversation with our own psychological avatar and score ourselves by sincerely confronting ourselves, what do you think?


My fear is that some people who see themselves as indispensable may try to continue this virtual relationship by thinking it is real.

18 Ekim 2024 Cuma

Kral Çıplak Ama Umursamıyor

 Güç ve iktidar arttıkça sorumluluk azalır, kuralsızlık alanına giderek daha fazla girilir, ahlak, gelenek ve göreneklere saygı ihtiyacı, tam da en yüksek olduğu dönemde kaybolur. Kral sorumsuzdur ve çıplak olmasında artık bir sakınca yoktur. Krala çıplak olduğunu hatırlatabilirsiniz, belki buna müsamaha gösterir, ama kendisinin çıplaklığından niye utansın ki? Utanma sıradan insanların,  toplum yaşamına uyum sağlamak zorunda olanlara düşer.  Kişiliğimizin gelişmesinde önemli rol oynayan başkaları ne der fikri ve onlarla ilişkimize yön veren eşitlik, kardeşlik, sıradan bir birey olmanın acı ve mutluluklarını yaşama, kuralları ve sınırları gözetme zorunluluğu kalmayınca, birden ayakları yerden kesilir ve yükselir ruh, yerçekiminin etkisinden kurtularak. Öte yandan ölümlü olduğunu, acı çekebildiğini, kayıpları olduğunu ve gelecekte de olacağını bilmek bu yerçekimsizlik duygusunun dengesini bozar, ruhun bir yüzünün sürekli karanlığa, yok oluşa, hastalıklara, acılara dönmesine, onlarla meşgul olmasına neden olur. Şüphe, yalnızlık, korku kral olmanın bedelidir. Mutsuz olduğu sözlenemez belki, iktidar oyunlarının keyfi yok değildir, ama huzurlu değildir. Yalnızlık, gittiği yolda eşlikçisidir. 

Yapay zeka bir gün duygulardan arınmış haliyle mutlağa yakın güce erişirse, "kral çıplak" diyen o çocuğa ne der, ne yapar? 

6 Ekim 2023 Cuma

İnsanlık Durumu

 


İnsan yaşamının çoğunlukla köylerde, toprağa bağlı olarak ve dar sınırlar içinde geçtiği uzun binyıllar süresince dinler doğa olaylarının, tarlalarda ekinlere dadanan hastalıkların, açlık, hastalık ve ölümlerin açıklayıcısı olarak kabul gördü. İçine doğulan toplumdan edinilen din, varoluşun sırlarını insana fısıldadığı gibi toplu yaşamın sürdürülebilmesi için gereken kuralları insanüstü, dolayısıyla sorguya çık olmayan bir seviyeden bireye dayatarak işbölümü, paylaşım, yardımlaşma, sosyal düzenin sağlanmasında, biz ve onlar ayrımıyla kimin dost kimin düşman olduğunun belirlenmesinde önemli rol oynadı. Din herkesi ortak bir anlayışa getirerek unsurların uyumlu bir şekilde bir arada hareket etmesini sağlamakta, böylece toplumsal hayatın işleyişine pürüzsüzlük sağlayan bir tür akışkan yağ gibi rol oynamaktaydı. 

Doğduğu andan itibaren aileden başlayarak toplumsal kültürle beslenen insanoğlu adeta dinin içine de fırlatılmış oluyor ve çok küçük yaştan itibaren bu ortamda, göldeki balık gibi sorgulamadan yüzüyordu. Değişmez bir düzeni anlatan din insanın dünyasını şekillendiriyordu ve dünya dini olandan ibaretti.

Sonra her şey önce yavaş sonra giderek hızla değişmeye başladı. Toplumlar büyüdü, insan nüfusu arttı, şehirler kalabalıklaştı. Coğrafi keşiflerle yeni kıtalar, yeni kültürlerden haberdar olundu. Dünyayı ve insanları anlamada bilimsel yöntemlerin uygulanması, teknolojik devrimler, sanayileşme ve üretim-tüketimde hızlı artış, ulaşımın hızlanması ile adeta toplumlar kendi Ergenekon destanlarını yaşamaya, etraflarını saran kültürel, ben-merkezli duvarları delip dış dünyaya açılmaya başladılar. Ama barış hala çok uzakta, korku ve çıkarların beslediği savaşlar ise geçmişte olduğu gibi her yerdeydi.

Günümüzde insan kimdir sorusunun yanıtı toplumların varlıklarını çoğunlukla izole bir şekilde ve zihni duvarlar ardında sürdürdükleri çağlardakinden farklı olmalı. Bunca iletişim kanalının mevcut olduğu, anında dünyanın dört bir bucağından haber alınabildiği, acı, hastalık, yokluk ve ölümlerden haberdar olunduğu, afet ve savaşların yıkımlarının hepimizi tehdit ettiği bir dönemde, "insan, hangi kıtadan olursa olsun insana yabancılık duymayan ve bu nedenle de başkalarının acısını duymazdan gel(e)meyen,  insanlık aleminin bir bütün olduğunu ve kendisinin bu geniş ailenin ayrıcalıksız ve herkes gibi değerli bir ferdi olduğunu hisseden, bununla kalmayıp acıların ve mutsuzlukların azaltılmasında sorumluluk alandır," diyebiliriz. 

Hâlâ kabileci gelenekleri sürdürerek daha büyük ölçekte uluslara, ırklara, etnik gruplara, ideoloji ve dinlere göre bölünerek ve yarattıkları yabancılarla mücadele ederek yaşamayı sürdürmek isteyen insanların, türlerini de aşan bir bütünün parçası olduklarını görmesi tarihin hiçbir döneminde günümüzde olduğu kadar olası olmamıştı. Uzaydan çekilmiş dünyaya ait güzelim mavi bilye fotoğrafı bu kavrayışın en güçlü ve sağlam başlangıç noktalarından birisi kanımca. Üzerinde yaşadığımız gezegenimizin, çevresini saran karanlık boşluğa inat güzelliğini ve biricikliğini fark edip  evren ölçeğinde küçüklüğünü ve kırılganlığını kavramak insanı adeta soluksuz bırakıyor. Karıncaların üstünlük savaşına gülümsemek gibi, o pencereden insan toplumlarının mücadelelerini seyretmek. Aramızdaki asıl ayrımlar yaşamı umursamayan büyüme ve sahip olma arzusu, gelir adaletsizliği, giderek büyüyen sosyal eşitsizlikler, kaynakların sınırsız ve sorumsuz sömürülmesinden kaynaklanıyor. Zorbalık, giderek daralan ve her şeye layık bir "biz" ve giderek genişleyen ve hiçbir şeyi haketmeyen bir "onlar" anlayışını besliyor.

İnsan toplumları tarihin her döneminde sınıfsal yapı içerdi. Büyücüler, krallar ve rahipler, toprak soylular, zenginler, yöneticiler, savaşçılar, kullar veya sıradan  vatandaşlar ve yabancılar gibi çeşitli toplum katmanları hep oldu. Bir sınıftan diğerine geçiş kimilerinde imkansızdı kimilerinde ise ancak küçük bir azınlığa nasip oldu. Her dönemde "barbarları" bizden aşağı görmeye zorlayan kabuller, inançlar mevcuttu. 

İnternet ve sosyal medya çağında ise sıradanlık ve kötülük hiç olmadığı kadar çıplak olarak karşımızda. Ve toplumlar diğerlerinden pek de farklı olmadıklarını görmekte bu temaşa alanında. Ne biz sandığımız kadar ahlaklı, seçilmiş ve benzersiziz ne de onlar bayağı ve saf kötüler. Dahası üzerinde yaşadığımız dünya artık hasta ve bu durum hepimizin hayatını etkiliyor. Sorunlara birlikte çözüm aramayı artık erteleyemeyiz. Bir kurtarıcı beklemenin sonuç vermeyeceğini artık biliyoruz.  Talihin piyango çekilişinin yapıldığını düşündüğümüz torbanın sonsuz seçenekle dolu olmadığını ve çeken elin gökte oturmadığını biliyoruz. Bilmediğimiz, anlamadığımız şeyler hala var elbet ama içimizdeki bilge her şeyi bilmediğimizi de biliyor. Öte yandan her şeyin bilgisine halen sahip bir gücün bizimle bizzat ilgilendiği, kötülük olarak gördüklerimizi bu dünyada olmasa öbür dünyada cezalandırıp adaleti er ya da geç sağlayacağı inancı hala bizi mutlu ediyor. 

Tarihin bir döneminde karanlık kötüydü ve cinleri, şeytanları barındırıyordu. Ateşin bulunmasıyla karanlık geriletildi, korkusu azaldı. Belki unutuyoruz ama günümüzde kolayca tedavi edilebilen kimi bulaşıcı hastalıklar kalabalıklar halinde yaşamanın başlaması, hayvanların evcilleştirilmesi, yaşam koşullarının değişmesiyle birlikte salgınlar yapmaya ve kitleler halinde ölümlere yol açmaktaydı, dolayısıyla korkutucu ve sonsuz acı vericiydi. Kutsal kitaplarda yer alan peygamberlerin hayatlarına bakınca, Hz. Eyüp'ün birçok çileli hastalıklar atlattığını, Hz. İsa'nın hasta ve sakatlara şifa verdiğini, Hz. Muhammed'in çocuklarının çoğunu küçük yaşta hastalıklar nedeniyle kaybetmenin acısını yaşadığını  görürüz. Acıların hepsi bilinmezliklerden kaynaklanıyordu, hepsi gayptandı ve kadere isyan edilemezdi. 

Bir zamanlar büyücüler, rahipler, şifacılar hastalara dokunur, dua eder, kimi ot ve bileşiklerle ağrısını dindirmeye, sağaltmaya çalışırlar, çoğunlukla da başarılı olamazlar, ama yine de toplumda gördükleri saygı azalmazdı, kader denilir geçilirdi. Şimdi ise, örneğin ülkemizde geniş bir halk kesimi, bilimin ve tıbbın ulaştığı seviye ve hastalıklarla mücadelede elde edilen başarılara güvene dayalı ve eski kader anlayışından olabildiğince uzak beklentiler içinde, belki inandıkları dinin akidelerine ters olduğunu fark etmeden, ağır yaralanmış veya hastalığının son evresinde bir yakınlarını hastaneye tedaviye getirdiklerinde hekimlerden yaşatma garantisi istiyorlar, bu gerçekleşmediğinde ise şiddet kullanmaya başlıyorlar.  Nereden nereye geldik değil mi? Yaşamın üzerini örten karanlığın perdesinin kalkmaya başladığının bilmeden de olsa kabulünün bir göstergesi değilse nedir bu?

Kutsalın tarifi değişiyor artık. "Dış güçlere" değil, önce iç güçlere dönüp yüzümüzü çeviriyoruz. Bir tür olarak varlığımızı sürdürebilmemizin yaşam kaynağı dünyamızı sevmek, üzerindeki canlı hayatı korumakla başladığını sezmeye başlıyoruz. Ve dışarıda, bize yabancı, acı çeken bir tek insan kaldığında bile mutlu ve huzurlu olamayacağımızı anlıyoruz. Çünkü artık haberdarız, çünkü artık biliyoruz ki sınırlar, ayrımlar sadece zihnimizde var oldular. Bir başına insan olmamız, insan kalmamız mümkün olmadığı için daima bir gruba ait olma gereği duyuyoruz ve o grubu başlangıçta biz seçmedik. Ait olduğumuz toplum bizi ve zihnimizi yapılandırdı. Günümüzde insan aklının bir ürünü olan teknolojinin  imkanları "akıl edenleri" daha önce olmadığı kadar birbirine, tek bir millet anlayışına yakınlaştırıyor. 

Sınırların gerçek olup olmadığını bir de kuşlara sorun!

10 Ağustos 2023 Perşembe

Bir miras haberinin düşündürdükleri

 


Oksijen gazetesinin haberine göre (4-10 Ağustos 2023),  VIII. Earl Charles John Cadogan ölmüş. Bize ne diyebilirsiniz. Cadogan, 86 yaşında bir İngiliz. Londra'nın en lüks semtlerinin (bina değil, semt!) sahibiymiş bıraktığı emlak mirası arasında şunlar yer alıyormuş:
Daire ve müstakil evlerden oluşan 3 bin konut,
300 mağaza,
30’dan fazla restoran, cafe ve bar,
46 bin metrekare ofis alanı,
5 büyükelçilik binası,
aralarında
Cadogan Hotel’in de bulunduğu 9 otel,
Londra’nın en önemli konser salonlarından Cadogan Hall,
5 kilise,
10’dan fazla park,
7 okul…
Cadogan Estates bunlarla birlikte Pavillon Road’un tamamına yakını ile Sloane Square’deki Duke of York Square adlı alışveriş ve restoran merkezinin tamamının sahibi.
Yine Knightsbridge’teki Harvey Nichols da Cadogan’a ait.

Üstelik bu servet (toplamı 5.5 milyar sterlin), Gates, Musk, Bezos, Soros, Walton vs'lerin yüzmilyarları bulan servetlerinin yanında ufak bile kalıyor.

 
Öte yanda, evi barkı olmayan, işi olmayan, gıda güvencesi olmayıp ne bulursa onu yiyen, bir tek kuruş gelecek için bir tarafa koyamayan, aksine borç içinde boğulan, çocuğunu okula gönderemeyen, toplu taşıma (o da varsa) ücretini bile karşılamada güçlük çeken milyarlar var. 

Ve büyük şirketler ormanları madencilik için, sanayi için yok ederek, suları ve havayı kirleterek, çevreyi yaşanmaz hale getirerek hiçbir bedel ödemeden kâr etmeye, büyümeye, insanların hayatını olumsuz etkilemeye devam ediyorlar.  

Servetin giderek daha az sayıda elde toplanması dünyayı hepimiz için yaşanması daha zor, huzursuz bir yer haline getiriyor. Üretimi ve kârı sürekli büyütmeye yönelik kapitalist anlayışın toplumsal hayata, çevreye ve ekosisteme yaptığı tahribat günümüzde öyle büyük ki artık lokal değil küresel bir yıkım sürecine girdik. Bu kötüye gidişin önlenebilmesi için çeşitli devlet müdahalelerine, örneğin artan oranlı gelir ve servet vergilerine, güçlü sosyal politikalara, çevre koruyucu önlemlere, kaliteli ve yaygın kamusal sağlık ve eğitim hizmetlerine, toplu konut sunumuna, yaşanabilir şehirlere ihtiyaç var. İşsizlik öncelikli bir sorun ve gelişen teknolojinin imkanlarının sermaye sahiplerinin kârlarını artıracak şekilde artan otomasyona ve çevrenin sömürüsüne değil, işgücünün eğitimine ve yeni beceriler kazanmasına,  insanca yaşamaya imkan tanıyan bir seviyede ücret alınabilen yeni iş alanları açmaya, çocuklar, yaşlılar ve kadınlar gibi toplumun kırılgan kesimlerinin ihtiyaçlarına duyarlı, ayrımcılık ve eşitsizlikleri ortadan kaldırmaya yönelik çabalara ihtiyaç duyulmakta. Daha fazla büyümeye, güç ve hakimiyet kazanmaya, zenginleşmeye yönelik söylemlerin sadece yoksullar için değil, herkes için, tüm dünya vatandaşları için bir tehlike olduğu artık anlaşılmalı. 

 Öte yandan, insanı her şeyin merkezine alan, adeta yaratılışın sebebi sanan zihniyet de sorunlu. Aslında insan da evrimin bir sonucu ve evrilmeye de devam eden eksik bir varlık; mükemmellikten uzak. Önceliğimiz kendimiz, ailemiz ve yakın çevremizle çoğunlukla sınırlı. Adeta akli olgunluğa ulaşmamış (belki de hiç ulaşmayacak) bir çocuğun eline verilmiş güçlü bir ateşli bir silah gibi, günümüzde eriştiği seviye ile bilim ve teknoloji. Evrimin hedefi zeka değil, sağ kalma ve uyum olduğuna göre, eğer aklımızı kullanamazsak, dünyalı olduğumuzu, dünyadaki yaşamın bir parçası olduğumuzu unutur, ayrı gayrı kalırsak birbirimize, eşitsizlikleri ve memnuniyetsizlikleri büyütmeye devam edersek yakında yaşamaya değer bir dünya kalmayacak. Acı olan, bu gerçeklerin büyük oranda bugünkü sistemin ileri gelenleri tarafından bilinmesine rağmen harekete geçilmemesi, bencil ve sorumsuz yaklaşımların sürdürülmesi. Bu yüzden canlı yaşamın bütünlüğü ve eşit dünya vatandaşlığı anlayışının tüm kültürlerce özümsenmesi, birey olarak kimliğimizin bir parçası olması gerekiyor.

Bir tür olarak bu dünya dediğimiz gezegende var olmaya devam etmek istiyorsak, önceliklerimizi ve değerlerimizi gözden geçirmek zorundayız.  Bu alanda devletlere ve yöneticilere büyük bir sorumluluk düşüyor. Ve tabii milyonlarca, milyarlarca biz yönetilenlere de...

İnsan olmak sorumluluk almak demek, hem kendimiz, hem tüm insanlar hem de tüm yaşam için.



7 Mayıs 2023 Pazar

Toplumun evrimi

Toplumlar hangi davranışları ödüllendirirlerse onların daha sık ve daha fazla kişi tarafından ifade edilmesini sağlamış olurlar. Zamanla bu özelliklerin dayandığı genler seçilerek kalıcı evrimsel değişiklikler ortaya çıkar. 

İnsanlar hayvanları evcilleştirirken saldırgan olan tür veya bireyleri değil uysal olanları doğal olarak tercih etmiş ve nesiller boyu en uysal olanların çoğalmasına izin vererek bugün birlikte yaşadığımız ve doğada yaşayan vahşilerinden davranışsal olarak farklı evcil hayvanları üretmislerdir. Benzer şekilde insan toplulukları da saldırganlığı, birlikte yaşamayı zorlaştırdığı için cezalandırmış ve bu kişileri toplum dışına atarak daha sosyal, daha fazla işbirliğine yatkın, daha az kavgacı ve daha az şiddete başvuran nesiller ortaya çıkmasına yol açmışlardır. Steven Pinker,  tarihsel süreçte uygarlaşma ile insan toplumlarında şiddetin görülme sıklığında görülen azalmayı konu alır. Richard Wrangham ise "The Goodness Paradox" adlı eserinde, evcilleştirme sürecinde saldırganlığı azaltmaya yönelik insan tercihlerinin hayvanlarda düşük kulak, daha küçük kafatası ve beyin hacmi, dişlerde küçülme, yüzde kısalma gibi fiziksel değişikliklere yol açtığını anlatır. 

Buradan kendimiz için çıkarabileceğimiz ders, eğer birlikte yaşamaya devam etmek istiyorsak, toplum olarak şiddetten olabildiğince uzak durmak, saldırganlığı, bencilliği, her tür ayrımcılığı, eşitsizlikleri reddetmek ve dışlamak, bunları normalleştiren şiddet dilini terk etmek, bu dilin yerleşmesine, onaylanmasına  karşı çıkmak gerektiğidir. Aksi taktirde, korkarım tersine bir evrim sürecine yani şiddetin hakim olduğu bir topluma dönüş yoluna girilmiş olur ki bu, toplumsal bağların gevşemesine, giderek bu bağların koparak çatışma ve savaşların, acı ve ıstırapların artmasına, sonunda şiddeti ödüllendiren toplumların dağılmasına ve işbirliği kültürünün yerleştiği toplumların hakimiyetine girmesine neden olacaktır. 

Uzun vadede  barış ve işbirliği zaten kazanır. Ama birey olarak bizler için asıl mühim olan barış, huzur, kardeşlik ve adaleti bu kısa yaşam süremizde toplum ve giderek dünya vatandaşları olarak, sevdiklerimizle birlikte yaşayabilmektir. 

28 Aralık 2022 Çarşamba

Küresel Bilgi İndeksi

 

Son zamanlarda başta kimi İslam ülkeleri olmak üzere tutucu yönetimlerin kadın erkek ayrımı üzerinden, bilerek veya bilmeyerek toplumu bölme ve kendi kafalarındaki din modelini hakim kılma çabalarını izliyoruz. Taliban'ı biliyorduk, ama  kadınların ve kız çocuklarının okula gitmelerine yasak koyma noktasına gelebileceklerini sanırım çoğumuz düşünmüyordu. Konunun insan hakları ve eşitlik yönünden kabul edilemezliği bir yana (ki bu konuda İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi'ne imza koymuş tüm devletlerin harekete geçmesi ve bu rejimi kararından vazgeçirmeye ikna etmesi gerekiyor) ülke nüfusunun yarısını cehaletin ve kaba propagandanın eline bırakmak (çocukların eğitiminde annelerin ve genelde kadınların rolünü de düşününce), gelecekte ülkenin yönetilemez hale gelmesine, yoksulluk ve eşitsizliğin yaygınlaşmasına, ekonomik ve askeri gücünü iyiden iyiye kaybetmesine ve nihayetinde emperyal devletlerin ve komşu ülkelerin hakimiyetine girmesine neden olacaktır. Tabiat boşluk kabul etmez ve evrim kuralları genel geçerdir ve affetmez. Günümüzde dünya ülkelerinin vermekte olduğu mücadele artık en azından vatandaşlar arasında kadın erkek, zenci beyaz, şu veya bu etnik köken, din, inanç vs gibi ayrımların ve ayrımcılıkların aşılmasını ve fırsat eşitliğinin sağlanarak herkesin potansiyelini geliştireceği ve kendi seçimlerinin sorumluluğunu alabilecek, yaratıcılıkları iğdiş edilmemiş bireyler olarak yetiştirilmelerini dayatıyor. 

Bir başka örnek İran. Günümüzde hala "kadınlar başını örtmeli" dayatmasıyla rejim, toplumda karışıklıklara, nedensiz acılara ve üzüntülere neden olmakta. Yozlaşmanın hep kadından başlatılması ve kadınla özleştirilmesi ülke yönetimindeki gerçek suistimallerin, beceriksizliklerin ve başarısızlıkların üzerinin örtülmesi amacını taşıyor. Oysa İran tarihiyle, kültür ve uygarlığıyla, bilimsel başarılarıyla bu tür çağın gerisinde kalmış anlayışları çoğunlukla aşmış bir ülke.

Türkiyemizin bugün gündemini işgal eden sorunlara bakınca,  siyasi alanda koparılan fırtınalara bağlı toz toprağın görüş mesafesini son derece kısıtlamasına rağmen, ülkenin geleceğiyle ilgili asıl dert edilmesi gerekenin ve ülke için beka sorununun bilimsel yaklaşım, bilim eğitimi, teknolojik gelişme, yaratıcılık alanları olduğu görülecektir. Evet, ülkemiz yıllar içinde ekonomik büyüklük sıralamasında sadece göreli değil (diğer ülkeler büyüyüp Türkiye yerinde saydığı için değil), gerçek anlamda da gerileme (milli gelirdeki küçülme, sanayisizleşme, eğitim kalitesinin düşmesi vs) yaşamaktadır. Artan ekonomik sorunlar küresel boyuttaki iklim değişikliği, gıda ve enerji fiyatlarında artış, savaş ve göçlerle derinleşmektedir. Bunlar gibi sorunlar gündemi işgal etmekle beraber ülkenin insan gücünün yeterliliği, gelecekte ülkenin gelişmesi, refahı ve insanlarımızın mutluluğu için temel önemdedir. Ülkeler arası bilgi sermayesini karşılaştırma amacıyla UNDP'nin hazırladığı Küresel Bilgi İndeksi'nde (Global Knowledge Index; https://www.knowledge4all.com/ranking)  Türkiye 45.42 puanla, dünya ortalamasının altında kalmakta (46.47) ve Vietnam ve Arnavutluk'un arkasından 69. sırada yer alırken, üniversite öncesi eğitimde Malezya ve Fas'ın altında 87. sırada  (Dünya ortalamasının altında), üniversite eğitiminde ise yine Dünya ortalamasının altında ve bu sefer 132 ülke arasında, Çad, Ürdün ve Kamerun'un ardından 120. sırada yer almaktadır. 

Bu ülke, büyürken bir türlü potansiyelini gösteremeyen ve ülkenin, dünyanın ve insanlığın sorunları yerine suni iç sorunlarla boğuşarak enerjisini harcayan bir çocuk görünümü veriyor.